
Birçoğumuz -bazen ben de- uzun yazı okumayı sevmiyorum. Ancak, bugün size okuması kadar uzun ama bir o kadar da iyi ki okumuşum diyeceğiniz bir yazıyla geldim.
Lafı uzatmıyorum, ne demek istediğimi anladınız. Öyleyse buyursunlar.
Milletlerin kaderi çoğu zaman meydanlarda değil, satır aralarında saklıdır. Bir toplumun sevincini de acısını da en berrak hâliyle gösteren aynalar, edebiyatın sayfalarıdır.
İnsan dediğimiz varlık hangi iklimde nefes aldıysa o iklimin diliyle konuşur, kalemi de o dille yazar. Bu yüzden dünyanın neresine giderseniz gidin, büyük eserlerin arkasında önce bir yurt, sonra bir insanlık birikimi görürsünüz.
Bu büyük birikimi anlamaya çalışırken önce edebî akımların serin koridorlarından geçtik. Her şeyin ölçülü, dengede ve aklın süzgecinden geçmesi gerektiğini savunan Klasiklerin sarsılmaz düzeniyle karşılaştık.
Ardından kalbin sesinin bir anda yükseldiği Romantiklerin kapısı aralandı; insanın içindeki fırtınayı kelime kelime anlatan bir duygu çağlayanına dönüştü dünya.
Gerçekliği çıplak hâliyle gösteren Realistlerin dünyasına geçtiğimizde artık hiçbir güzellemenin ardına saklanılamayacağını anladık.
Bilimle edebiyatı aynı potada eritmeye çalışan Naturalistler ise hayatın laboratuvarını açmış gibiydi.
Şiirin kendine özgü sessiz koridorları da vardı: biçime sadakati önceleyen Parnasçılar, anlamı sembollerin gölgesine saklayan Sembolistler.
İnsanın aklının değil, bilinçaltının kapılarını zorlayan Gerçeküstücülük ve insanın kendi varlığıyla hesaplaşmasını öne çıkaran Varoluşçuluk, bu yolculuğa bambaşka pencereler açtı.
Bu temellerle yürümeye başlayınca yavaş yavaş ülkelerin edebiyat iklimleri görünür oldu.
Fransa’da masalların yumuşak sesiyle açıldı perdeler; sahnenin bir yerinde ince alaycılığın ustaları duruyor, bir köşede ise Victor Hugo’nun kurduğu dev yapılar yükseliyordu.
Denemenin bütün ağırlığını tek başına taşıyan Montaigne’in odasına adım attığımızda insanın kendi üzerine düşünmesinin ne demek olduğunu yeniden anladık.
İngiltere’ye geçtiğimizde dünyanın neredeyse her sahnesine hükmeden Shakespeare’in kaleminin gölgesi hâlâ duruyordu. Dickens’ın kalabalık Londra sokakları, Defoe’nun ıssız adası, Kipling’in nasihat dolu satırları.
Hepsi bize bambaşka bir insan portresi sundu.
Alman yazarlarının ise kelimelere katı bir disiplin ve felsefi bir iskelet verdiğini gördük. Grimm masallarının sade dünyasıyla Goethe’nin ruhu yaralayan cümleleri aynı ülkeden çıkmış olamazmış gibi duruyordu; ama işte edebiyatın mucizesi tam da buydu.
Böll’ün savaş sonrası karanlıkları ve Brecht’in sahneye getirdiği epik devrim bu mucizeyi büyüttü.
Rusların toprağı ise bambaşka bir karaktere sahipti. Tolstoy’un devasa panoraması, Dostoyevski’nin insanın karanlık kuyularını kurcalayan dehası, Turganyev’in kuşak kavgası, Gogol’un kara mizahı.
Hepsinin ardında büyük bir toplumsal vicdan vardı.
Daha sonra Akdeniz’in sıcaklığına, Kuzey’in sert rüzgârlarına ve Amerika kıtasının geniş ufuklarına yayıldık. Cervantes’in ironik şövalyesi, Dante’nin katman katman ilerleyen ilahi yolculuğu, Homeros’un destansı evreni, Kafka’nın iç daraltan dönüşümleri, Zweig’ın psikolojik hassasiyeti, Poe’nun karanlığı, Hemingway’in kısa ama ağır cümleleri.
Her biri kendi dünyasını karşımıza koydu.
Ve nihayet Doğu’nun köklü metinleri: Sâdî’nin insanı terbiye eden hikmetleri, Necip Mahfuz’un modern Mısır’ı, Tagore’un felsefî ruhu, İkbal’in düşünceyle yoğrulmuş dizeleri.
Bu topraklarda söz, yalnızca sanat değil; yol gösteren bir bilgelikti.
Bunca farklı ülke, farklı dil ve farklı kader. Ama hepsinin ortak bir özelliği var: İnsanın kendini anlamak için kelimeye başvurması.
Bu yüzden yüzyıllar geçer, imparatorluklar yıkılır, sınırlar değişir; ama onların sesleri ömürlerini geride bırakır.
Her biri aynı çağrıyı farklı bir tonda yineler: Oku.
| We G o o g l e | We Blogger |
Nizamettin Gümüş
|
⠀Yazar Hakkında: |
| ⠀Kendimi ‘yazar‘ veya ‘düşünür‘ gibi statik etiketlerden çok, hayatın içinde nefes alan bir ‘gözlemci‘ ve ‘okur‘ olarak tanımlıyorum. Ve tüm bu rollerin üzerinde taşıdığım en değerli kimliklerim, bir ‘eş‘ ve ‘baba‘ olmaktır. |



Yorumlara 















Çok güzel bir yazı olmuş. :)
YanıtlaSilOkurken hem bilgi aldım hem de içim ısındı. :)
Edebiyatın bizi birleştiren gücünü hatırlatıyor. :T :Ç
Kesinlikle kelimelerin bambaşka bir gücü var. Ben de kendimi, içimdekileri anlatmak için kelimelere başvuruyorum ve bana çok iyi geliyor.
YanıtlaSilÇok bilgilendirici ve güzel bir yazı olmuş, emeğinize sağlık😊
Merhabalar Nizamettin Bey.
YanıtlaSilİnsanlığın ortak hikayesi olan edebiyata katkısı olan ülkelerin eli kalem tutan yazarların açtıkları edebi akımlar, onların isim ve eserlerinin yer aldığı yazınızı büyük bir keyifle zevk alarak okudum. Kaleminize, emeğinize ve gönlünüze sağlıklar dilerim. Konuya vakıf değilim, bu konu üzerinde fazla bir bilgi birikimim de yok. Ancak merakımı bağışlayın, ülkemiz yazarlarının ele aldığınız konuya bağlı olarak edebiyata bir katkıları olup olmadığını merak ettim. Teşekkür ederim.
Selam ve saygılarımla.